Bir TEOG Öğrencisinin Annesinden Sınav Sistemine İlginç Bakış
Bir daha hiçbir zaman on üç, on dört yaşında olmayacak olan çocuklarımızı spora göndermekten vazgeçiyoruz, okulun halk oyunları ekibinden alıyoruz, okulun basket takımından çıkarıyoruz, öğrendiği enstrümanın dersini aldırmayı bıraktırıyoruz. Okul olarak resim, müzik, teknoloji tasarım derslerini alıp yerine fazladan matematik, fen koyuyoruz.
Oğlum bu sene 8. sınıf ve ben bir TEOG annesiyim.
Bu gerçeği bir yaz sabahı telefonuma gelen bip sesiyle öğrendim. 8A anneleri grubuna eklemişler beni. Birkaç kişi hemen yazışmaya başladı, grubu açan kişiye teşekkür ediyorlardı. Birisi “Bir TEOG annesi olarak…” diye söze başladı. “Bu oluşumu destekliyorum. Ne iyi yaptınız, bu sene zor senemiz, birbirimize destek olmamız lazım…” diye devam etti. Dedim, işimiz var.
Henüz sessizliğimi bozmadım, ne kadar dayanırım bilmiyorum. Çıkıp gerçek düşüncelerimi söylesem yer yerinden oynamaz elbette yine de kendimi Mandıra filozofu gibi hissetmiyor değilim. “Ben TEOG annesi olmaya karşıyım!” Sınava da karşıyım aslına bakarsınız ama bu karşı çıkış Don Kişot’un yel değirmeniyle savaşına benzeyeceği için ortama ayak uydurmaya çalışıyorum.
Üç sene önce mezun ettiğim sekizinci sınıflarımın anneleri gibi sınav öncesi evlerde toplanıp hatim indirmeler, okunmuş kesme şekerleri çocuklara yedirmeler gözümde canlanınca “Hayıırrrr……” diyerek düşünmemeye çalışıyorum.
Yine de yaz boyunca oğlumu yanımda gören insanlarla aramızda geçen konuşmaları düşünmeden edemiyorum:
“A! Ne kadar büyümüş, kaça geçti?
“Sekiz”
“Allah yardımcınız olsun. Bu sene zor seneniz.”
“Ne zor senesi canım!” kaş göz yapıyorum anlamıyorlar. Güya çocuğumda sınav stresi yaratmayacağım. Ama tanıdığımız herkes ağız birliği ve fikir birliği etmişçesine bizi kaygılandırmakta kararlı.
“Eh, dershaneler de kapandı.”
“Olsun, kapanmasaydı da biz göndermeyecektik zaten.”
Karşı taraf şaşkın. “Ha! O zaman özel ders aldıracaksınız.”
“Bilmiyorum, gerekip gerekmeyeceğine bakmak lazım. Gerekmezse niye aldıralım ki…”
“Neyse canım, öğretmen çocuğu ne de olsa, yapar o yapar ha ha ha ” diye biten konuşmalar.
Siz ne kadar olayların dışında kalmaya çalışırsanız çalışın, toplumsal bilinç kulağınıza sürekli olarak fısıldamaya devam ediyor: “Çok çalışmak lazım. Kaygılı olmak lazım. Çocuğu sabahtan okul kursuna, okul kursundan sonra özel derse göndermek lazım. Hafta içi akşama kadar okulda ders yaptıktan sonra akşam üstü etüt aldırmak lazım. Sınav stresini azaltmak için psikoloğa gitmek lazım. Motivasyonu artırmak için öğrenci koçu tutmak lazım, lazım da lazım.”
Sistem düşüncesinde temel kavramlardan biri şudur: “Yapı değişirse davranış da değişir.”
Sınav sistemi adına yapının değiştiği ama davranışın değişmediği tuhaf zamanlardan birisini yaşıyoruz. Bu durumu anlamlandırabilmek için çocukları sınava hazırlanan anne-babaların kendilerinin sınava hazırlandığı yılların alışkanlarını göz ardı etmemek gerekiyor. O yıllarda Anadolu lisesi ve fen lisesi sayısı, büyük şehirlerde bile bir elin parmaklarını geçmezdi. Ben öğrenciyken Ankara’da üç tane Anadolu lisesi, bir tane de fen lisesi vardı.
Gidebileceğimiz üniversite sayısı ise dörttü. ODTÜ, Hacettepe, Gazi, Ankara. Böyle bir rekabet ortamında sonuç odaklı olmamak neredeyse imkansızdı.
Şimdiyse yüzlerce üniversite var ve nihai hedef, üniversiteden mezun olup iyi bir meslek sahibi olmaksa eskisine oranla imkanlar daha fazla. Buna rağmen kendi zamanımızdaki “sonuç odaklılıktan” silkelenip de çocuklarımızın içinde bulundukları süreci önemseyen bir bilinç düzeyine ulaşamıyoruz.
Bir daha hiçbir zaman on üç, on dört yaşında olmayacak olan çocuklarımızı spora göndermekten vazgeçiyoruz, okulun halk oyunları ekibinden alıyoruz, okulun basket takımından çıkarıyoruz, öğrendiği enstrümanın dersini aldırmayı bıraktırıyoruz. Okul olarak resim, müzik, teknoloji tasarım derslerini alıp yerine fazladan matematik, fen koyuyoruz.
Çocuklarımız geleceği bugünden inşa etmeye devam ediyorlar evet; ama yaptıkları kadar, yapamadıkları da hayatlarında belirleyici rol üstleniyor.
Okulumuzun kurumsal iletişim birimi meşgul olduğunda bazen kayıt görüşmelerini bana yönlendiriyorlar. Özellikle ortaokul kaydıysa sınav için yapılan çalışmalardan bahsetmek o velinin kayıt yaptırması için yeterli oluyor. Bense başka şeyler merak etmelerini istiyorum.
Veliler bize şöyle sorular sorsalar örneğin:
Test sisteminin çocuklardaki yaratıcılığı öldürmesi hakkında ne düşünüyorsunuz, öğrencilerin analiz, sentez, değerlendirme ve yaratma becerilerini geliştirmek için test dışında hangi değerlendirme yöntemlerini kullanıyorsunuz?
Çocuğumun topluluk önünde kendini rahat bir şekilde ifade edebilmesi için ne gibi fırsatlar yaratıyorsunuz?
Gerçek hayat deneyimlerine ne sıklıkta ve hangi şekillerde yer veriyorsunuz?
Çocuğumun yaşam boyu öğrenen bir birey olacağını nasıl anlayacağım? Bununla ilgili hangi çıktılar bizim için kayda değerdir? Başka bir deyişle çocuğumda neyi görürsem öğrenmeyi öğrendiğini anlayacağım?
Çocuğuma farklılıklara saygıyı öğretmek için kullandığınız yöntemler neler?
Çocuğumun küçük yaşlardan itibaren problem çözme becerisinin gelişmesi için ne gibi bir yol haritanız var?
Çocuğumun içsel motivasyonunu artırmak ve desteklemek adına biz anne babalara neler önerirsiniz?
Öğretmenlerinizi mesleki gelişim anlamında nasıl destekliyorsunuz?
Okulunuz çocukların merak duygusunu nasıl besliyor?
Ve Roland Barth’ın deyişiyle son bir soru sormuş olsalar veliler bize:
“Sizin okulunuzun öğrencilerinin doğru soruları sorma, bilgi kaynaklarını düzene koyma, sadakatle, bağımsız bir ruhla, hayal gücünü kullanarak ve cesaretle bilginin peşine düşme gibi yetenekleri var mı?”
Bu sorular hayal gibi geliyor öyle değil mi?
Veliler olarak ne zaman ki bu soruları sormaya başlayacağız, o zaman bakanlığın “geri tepen düzeltmeler arketipinin” çarkından kendimizi kurtarıp büyük resmi daha net görebileceğiz.
O zaman çocuklarımızın kendilerini gerçekleştirmelerine ve yaşam amaçlarını bulmalarına yardımcı olan “anlam ve sevgi” inşa edebileceğimiz bir zemin kendiliğinden oluşacak.