Gözümüzü bir avuç toprak doyurur
Genç Padişahın gözleri dışarıda esen buz gibi poyraza rağmen iri dalgaların arasında balık tutmaya çalışan genç balıkçıya takıldı. Aşağı yukarı aynı yaşlardaydılar. Genç padişah yıllar boyu sıcak odasında otururken, dışarıda balıkçının tabiatın çetin şartlarına rağmen azimle mücadele ederek oltası ile denizden ekmeğini çıkarışını seyrederdi. Balıkçıya için için gizli bir hürmet besliyordu.
Yıllar silinmez izler bırakarak hızla geçmişti. Artık ne kendisi, ne de balıkçı genç değillerdi. Şimdi geriye çekilme, gölgede oturma vaktiydi. Padişah tahtını oğluna devretmeye karar verdi.
O esnada gözü dışarıya, eski sandalında halâ olta sallayan ihtiyar balıkçıya takıldı. Gözünden geçmiş yıllar bir film şeridi gibi geçti.
Duygulanmıştı. Vezirini çağırtarak, İlk tahta çıktığında görüp tanıdığı İhtiyar balıkçının da artık köşesine çekilip dinlenmesi gerektiğini, bunun için yarın bütün gün tuttuğu balıkların tartılarak kaç kilo geldiyse o kadar altının kendisine verilmesini emretti. Veziri balıkçıya durumu anlattı. Balıkçı çok sevinmişti. Ne de olsa yılların tecrübesi ile sanatını konuşturup, orta halli bir servetin sahibi olabilir, kalan günlerini de zahmetsizce sıcak odasında, geleceği düşünmeden geçirebilirdi.
O gece bütün takımlarını yeniledi ve itina ile hazırladı. En avcı oltaları hazırlayıp parlattı. Sabah gün doğmadan eski sandalına binip, açıldı. En bereketli bildiği yerine gelince dua edip oltasını yemleyip indirdi.
Beklemeye başladı. ne de olsa balıkçılık sabır işiydi. Zaman geçiyor, güneş neredeyse tepeye çıkıyordu fakat tek bir balık bile vurmuyordu. Artık hava kararmaya başlamıştı. İhtiyar balıkçı dokunsalar hüngür hüngür ağlayacak durumdaydı. Bomboş livara bakarak kaderine lanet okuyordu. Hava artık iyice kararmış, gün bitiyor martılar çığlık çığlığa yuvalarına dönüyorlardı. Az sonra son kuşlar da süzülerek gittiler. İhtiyar balıkçı yavaş yavaş oltasını mantara sarmaya başladı. Bir iki kulaç kadar sardıktan sonra birden heyecanla irkildi. O an oltanın boş olmadığını anlamıştı. Heyecanla oltasını topladı. Oltanın ucunda ortası delik bir kemik vardı. Sadece ortası delik bir kemik. Balıkçı düşündü, bir de kemiğe baktı. Etse etse iki, bilemedin üç altın ederdi. Gözleri buğulandı. Sandalı bağlayıp rıhtıma çıktığında padişah ve saray erkânından bazı kişiler kendisini bekliyordu.
Gözlerini padişahın gözlerinden kaçırarak mahcup bir eda ile kemiği kantarcıya uzattı. Kantarcı bıyık altından gülerek küçümser bir ifade ile kemiği kantarın kefesine bırakırken, öbür kefeye de iki altın koydu. Kemiğin bulunduğu kefe yerinden bile oynamadı. İki altın daha koydu, kefede gene bir hareket yok. On altın, yirmi altın ,yüz altın ,bin altın, bir çuval altın, kefede halâ bir hareket yok. Padişah ve saray erkânı hayret içinde duruma bir izah, tatmin edici bir cevap bekliyorlardı. Fizik alimleri başta olmak üzere günlerce çok kişi geldi, kendilerince bir takım açıklamalarda bulundular ama padişahı tatmin edemiyorlardı.
Bir gün kalabalık arasından pejmürde kılıklı bir kişi çıktı. Durumu izah edeceğini söyleyerek kantara yaklaştı. Kantarcı bu densiz adamı tam kovacakken, durumu ilginç bulan padişah kantarcıya mani oldu. Adamdan durumu açıklamasını istedi.
Adam yanda duran hamallara altın çuvalını indirmelerini söyleyerek yerden bir avuç toprak aldı ve boşalan kefeye koydu. Bir çuval altınla yerinden kıpırdamayan kemik, birden bire havalandı. Pejmürde kılıklı adam padişaha dönerek Bu kemik, haris ve aç gözlü birisinin elmacık kemiğidir. Görülen boşluk da göz boşluğudur.
Terazinin diğer kefesine bütün dünyayı koysanız bile bu göz doymaz, bunu ancak bir avuç toprak doyurur dedikten uzaklaşıp gitti.