İstanbul’daki Fatih medreselerinde, uzun zaman önce, çok sıkı bir eğitim alan talebeler kalırdı. Medresenin her odasında üç dört talebe bir arada yaşar, ders çalışır, ezber yapar, yemek yer ve yatar uyurdu. Dersleri çok ağır olduğu için, gündüzler yetmez, çoğu vakit gecenin ileri saatlerine kadar kitap okur, ezber yaparlardı. Tabii, şimdiki gibi elektrik olmadığı için, odaların aydınlanması mumlar ile yapılırdı. Talebeler kendilerine verilen burslardan kenara mum parası ayırırlar ve aralarından bir tanesine bu paraları vererek, mum almaya gönderirlerdi. Gece yanacak mumları temin etme işi, böylece nöbetleşe yapılırdı. Bu talebelerden bir tanesi, çok açıkgöz biriydi. Yana yana eriyen mumların eriyiklerini toplar, tekrar eritir ve onlardan uyduruk mumlar yapardı.
Sonra da kendisine yeni mum almak için verilen parayı iç eder, bu kendi imalatı uyduruk mumları yeni diye arkadaşlarına dağıtırdı. Fakat bu kurnazın önde gideninin aldığı mumlar yepyeni mumlar gibi uzun ömürlü olmaz, yatsı namazı vaktine kadar ya yanar, ya yanmaz tükenirdi. Odadaki öteki talebeler, bir iki tecrübeden sonra işi anladılar. Günün birinde, aralarında anlaştılar ve bu kurnaz mollayı köşeye sıkıştırıp bir güzel hesap sordular.
“Biz sana aramızda mum parası toplayıp vermiyor muyuz?”
“Veriyorsunuz elbet”
“Peki sen bize neden böyle uyduruk mumlar getiriyorsun?”
“Nesi uyduruk imiş mumların!”
“İnsafsız! Bizim mumcudan aldığımz mumlar, sabaha kadar yanar iken, seninkiler çok tez bitiyor!”
“Canım ben ne yapayım, demek ki zalim mumcu mumları küçültmüş”
Bu pişkinlik karşısından içlerinden biri dayanamadı ve:
“Hadi ordan, seni yalancı!” dedi. “Artık iş açığa çıktı. Çünkü yalancının mumu yatsıya kadar yanar!”
Bu söz öteki talebelerin o kadar hoşuna gitti ki dillerine doladılar. Böyle böyle insanlar arasında yayıldı.